Geçen hafta İzmir Barosu internet sitesinde dolaşırken, avukatlıkta 25, 40, 50 ve 60’ıncı yıllarını kutlayacak meslektaşlara plaket verileceğini fark ettim. Listeyi incelerken, yirmi beş yıllıkların arasında kendi ismimi de gördüm. Doğrusu plaketin 2017’de verilmesini beklediğim için, buruk bir sevinç yaşadım. Öyle ya bir yandan yaş, diğer yandan kıdem alıyorum!
Bir zamanlar ben de öğrenciydim...
Kendi listemde, birlikte yemin edip cübbe giydiğimiz arkadaşlarımın isimlerini aradım hemen. Bulunca da rahatladım nedense. Gençtik, mesleğe bir an önce başlama konusunda sabırsızdık, kendi hayatımızı kurmak, para kazanmak, bağımsızlığımıza kavuşmak, ünlü ve başarılı avukatlar olmak arzusu ile yanıp tutuşuyorduk. En azından ben öyleydim! Hukuk fakültesini 1986’da kazandım. Normal süresinde, yani 1990’da da mezun oldum. Üniversite tercihi söz konusu olduğunda, o zamanki yönlendirilmemiz hep tıp fakültesine idi. Özellikle de Ege Tıbba. Çünkü gittiğim dershanedeki hocaların ufkunda, İzmir’de okunabilecek en önemli yer orasıydı.
Dershanede,bir deneme sınavı yapıp, bizleri aldığımız puana göre sıraladılar. Fen kolu mezunu olarak, beni matematik ve fen bölümüne aldılar. Başarılı bir öğrenci sayılabileceğim için de ilk otuza yani “birinci” sınıfa yazdılar. İlk hedef olarak da (beklendiği gibi!) Ege Tıbbı gösterdiler. Çok mantıklı gelmişti. Gösterilen hedefi ve konumumu benimsemiştim. Ona göre çalışmaya başlamıştım.
Şimdi düşünüyorum da; herhangi bir meslek konusunda yeterli araştırmayı yapmak bir yana, kulaktan dolma bilgilerle hareket edip, bir tercih listesi hazırlamışım. Temel çıkış noktam sadece mezun olduğum okul ve kol idi. Ne kişisel özelliklerimi, ne yeteneklerimi ne hayattan beklentilerimi dikkate almıştım. Ailemle İzmir dışında okuyamayacağım konusunda anlaştığımız için zorunlu olarak, on sekiz hakkım olmasına karşın altı tercihle yetinmiştim. Sonradan, rahmetli anneannem beni “hâkim oğlum” diye sevdiğinden olsa gerek, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesini de işin içine kattık. Tercihler yediye çıktı. Açıkta da kalmamak; aileye yük olmamak lazımdı!
Sınavın yapılacağı günün sabahında, her ne hikmetse, altıncı (ve yatılı olduğu için şehir dışında yazabildiğim tek) tercihim olan İTÜ Yüksek Denizcilik Okulu Güverte Bölümü ile hukuk fakültesinin yerlerini değiştirdim. Aslında her ikisi de ölü tercih gibi görünüyordu gözüme. Öyle ya, hedef büyüktü! Bizleri de iyi hazırlamışlardı. Ölü görünen tercihlerin sıralamasının da bir önemi yoktu!
Sınava girdim. Çıkışta cevaplarımızı dershanede değerlendirdik. Sınav beklediğimizden kötü geçmişti. Buna göre puanım Ege Tıbba yetmeyecek gibi görünüyordu. Ama üzülmemeliydim. Çünkü muhtemelen Dokuz Eylül Tıp veya Ege Diş Hekimliğinden birini kazanacaktım. O tarihlerde internetin fikri dahi ortalarda olmadığından, sınav sonuçları 20-25 gün sonra yayımlanan Sınav Sonuç gazetesinden öğrenilirdi. Gazetenin çıkacağı da TRT’den duyurulurdu. Dolayısı ile sonuçları öğrenmem için beklemem gerekiyordu. Ben de bekledim. Bir gece mutlu haberi TRT haber bülteninden duyduk. Sınav sonuçları ertesi gün sabah çıkacak gazeteyle açıklanacaktı. Ne büyük heyecandı! Aslında geleceğimi belirleyecek fakültenin hangisi olduğunu kabaca biliyorduk. Ama yine de sonuçlar açıklanmadan kendime “doktor bey” dedirtmiyordum.
Birkaç yakın arkadaş Karşıyaka İskelesi’nde buluştuk. Gazeteyi aldık. Sırayla bakmaya başladık. Başarılı öğrencilerdik. Demiştim ya, sınava da iyi hazırlanmıştık. Listeyi her kontrol eden, sevinç çığlığını attı. Sıra bana geldi, yanlış hatırlamıyorsam, 2725 kodlu fakülteyi kazanmıştım. 27 Dokuz Eylül Üniversitesinin koduydu. Ama 25, tıp fakültesi değildi. Başka bir yerdi. O şaşkınlıkla Dokuz Eylül Üniversitesinden iki tercih yaptığımı, diğerinin Hukuk Fakültesi olduğunu dahi hatırlamamışım. Nereyi kazandığımı Listeden kontrol edince anlayabildik.
O tarihte memlekette (yine yanlış hatırlamıyorsam) toplam beş tane hukuk fakültesi vardı. İzmir’deki tek fakülte de Dokuz Eylül Hukuktu. Üniversite sınavını ilk girişte kazanmıştım; ama nedense başarısız olmuş gibi hissediyordum kendimi. Belki bu düşünceden, uzunca bir süre (hatta öğrenciliğimin ilk birkaç ayı da dâhil) mutsuz ve isteksiz gezinip durduğumu hatırlıyorum (ve içten içe kendime gülüyorum).
Kayıt günü geldi çattı. Babam “hadi gidip kaydını yaptıralım” dedi. Bir yıl daha sınava hazırlanmak; hazırlık sürecinin elektrikli ortamını yeniden yaşamak istemedim. Doğrusu “bu sene kayıt yaptırmayalım; ben seneye bir daha sınava gireyim” deme lüksüm de yoktu. Kayıtlar Eylül’deydi. Temmuz doğumluyum. Farkında değildim ama kayıt tarihinde 18 yaşımı doldurmuşum; az bir zaman sonra fark edecektim.
Fakülte, Alsancak’taki Rektörlük binasının arkasında, şimdi DESEM tarafından kullanılan amfilerin olduğu yerdeymiş. Babamla birlikte kayıt olmaya gittik. Kapıda Fakültenin tabelası vardı. Biraz eskiceydi ama “doğru adreste” olduğumun deliliydi. Girişteki görevli neden geldiğimizi sordu. Babam “oğlanın kaydını yaptıracağız” dedi. Görevli ikimizi de süzüp babama “Oğlunuz artık yetişkin birisi, kendi kaydını kendi yaptırır; siz şurada bekleyin hele!” dediğinde, belki de ilk hukuk dersimi almıştım. Doğru ya, haklarım vardı; yetişkin bir birey olarak, bunları kendi başıma kullanabilecek durumdaydım. O kapıdan kendi başıma geçtim ve kullandım da.
Ortaokul ve lisedeyken fen kolunda olmama rağmen, Türkçe/Edebiyat ve diğer sözel derslerimden de hep başarıyla geçmiştim. Sınıf ortalamasının oldukça üzerinde bir hitabet yeteneğim vardı. Edebi metinleri iyi çözümleyebiliyordum. Okumayı seviyor ve ne bulursam okuyordum. Sonu gelmez bir öğrenme merakım vardı. Olaylar veya kavramlar arasındaki bağlantı veya örüntüleri; sebep sonuç ilişkilerini kolayca fark edebiliyordum. Öğretmenlerim, münazaralarda (tartışma yarışmaları) beni mutlaka bir takımın başına koyuyorlardı. Çoğunlukla da galip geliyorduk. Mutlu oluyordum; kıvanç duyuyordum. Oysa bu türden kişisel özelliklerimi, üniversite tercihinde hiç dikkate almamıştık. “Kariyer plânlaması” denilen kavramdan haberim dahi yoktu. Sonradan fark ettim ki “işi oluruna” bırakmışım.
Hukuk fakültesi öğrenciliğimin ilk birkaç ayı, fakülteyi bırakıp bırakmama kararını düşünerek geçti. İlk sınavlara girene kadar da derslere bir türlü ısınamamıştım. Gene de oturdum çalıştım. Aileme borcumdu çünkü çalışmak. İlk sonuçlar açıklandığında sınıfın en iyisi değildim; hatta iyiler arasında dahi değildim, ama umduğumdan yüksek puanlar almıştım. Belki bu yüzden; belki de zamanın etkisiyle, ortamı, çevremdekileri ve en önemlisi hukukçu olmak fikrini sevmeye başlamıştım. Çünkü anlatılanlar, hayatın içindendi; belki de hayatın ta kendisiydi. İnsani sorunlara çare bulmaya yönelikti. Ayrıca ekonomik bağımsızlığımı sağlamak konusunda da iyi fırsatlar sunacak gibiydi.
Zorluğuna ve aşırı bir sabır veya fedakârlık gerektirmesine karşın, hukuk fakültesi öğrenciliğinin aslında bana uygun bir şey olduğunu da fark etmeye başlamıştım. Bu farkındalık, zaman içinde daha da arttı; belli ölçüde sevgiye bile dönüştü. Hiç aklımda yokken girdiğim Fakülte, yaşamımı şekillendiren ve bugün “yeniden dünyaya gelsem, tek tercih yapardım üniversite sınavlarında” diyebildiğim bir noktaya getirdi beni. Tıp doktorluğu hedefiyle çıktığım yolda, şimdi, 47 yaşımda bir adım öteye geçmeye; hukuk doktoru avukat olmaya çabalıyorum. Evde, “büyüyünce doktor olacağım” diyorum, kızlarım gülümsüyor. “Büyümüşsün büyüyeceğin kadar; daha ne kadar büyüyeceksin babaaaa!” diyorlar.
Ben Münir Hakan ERİŞ. Yirmi beşinci meslek yılının kapıya dayandığı bu noktada, hem öğrencilerime faydalı olabilmek hem de kendimi ve mesleğimi ifade edebilmek arzusuyla mesleğimle ilgili yazılarıma başlıyorum. Mesleğimi/avukatlığı çeşitli yönleri ile tanıtmaya çalışacağım. Bir diğer amacım da, ileride kitaba dönüştürebileceğim bir tohum ekmek. Umarım büyük bir ağaca dönüşür bu tohum. Tahmin edileceği gibi, yazdıklarım bana ait fikir veya deneyimlerin sonucudur. Benzer olaylarda başka deneyimlere sahip olanların, farklı fikirleri olabilir. Saygı duyarım…